2 Kasım 2010 Salı

SOYU AZALMAKTA OLAN BAZI CANLILAR AYDINCIK’TA HÂLÂ VAR


Aydıncık’ın güneydoğusunda bir timsah başı gibi, masmavi Akdeniz’e uzanan bir burun var, adı Sancak burnu. Üzerinde kışınYörük kızları hayvan otlatır; keçiler yayılır, oğlaklar meleşir. Endemik bitkiler barındırır bağrında.


Bu güzellikler yetmez Sancak burnuna. Doğudaki komşusu, Gilindire mağarası, batısındaki komşularıysa fok üreme mağaraları ve Akdeniz’in gerdanlığı adalar. Sancak burnu ile bu bölgenin batısında ve doğusunda kalan bölgeler 1. derece sit alanı durumundadır.

AKDENİZ FOKUNU KORUMAK, AKDENİZ’İ KORUMAKTIR.
Akdeniz foku monachus monachus, ekosistemi bozulmamış, kıyıları bakir denizde yaşar.  Mersin/ Aydıncık da nesli dünya çapında tehlike altında olan bu canlılara ev sahipliği yapmaktadır.
İşte 05.10.2010 tarihinde, bir fok yavrusu, Aydıncık Cumhuriyet Mahallesi Küçükalan mevkiinde kumsala çıktı. 
06.10.2010 Cumartesi, Sualtı Araştırmaları Derneği-Akdeniz Foku Araştırma Grubu’ndan (SAD-AFAG) gelen bir heyet, sabah erkenden aç olduğunu düşündükleri yavru fokun karnını doyurdu ve onu deniz kıyısında plastik bir sandığa koydu.
Daha sonra Mersin İl Çevre ve Orman Müdürlüğü ile Mersin Sahil Güvenlik Bölge Komutanlığı’ndan görevliler geldi.
Yaklaşık 1 m. boyundaki yavru fokun uzaktan gelemeyeceğini düşünen uzman dalgıçlar civarda bilinen fok üreme mağaralarında inceleme yaptılar.
Yavru foku kurtarma çalışmalarına katılan, Sualtı Araştırmaları Derneği Yönetim kurulu Başkanı Cem Orkun Kıraç, “Normal koşullarda ana fok, yavrusunun yaşadıkları mağaradan uzaklaşmasına izin vermez.  Mağaranın 30-40 metre çevresinde Birlikte dolaşırlar. Yavrunun, büyük bir olasılıkla annesini kaybettiği için karaya çıktığını sanıyorum, dedi ve şunları söyledi: “ Akdeniz foku, doğal yapısını koruyan sakin kıyılarda yaşar. Sayılarının azalmasının en önemli nedeni, doğal yaşam alanlarının bozulması veya yok olmasıdır. Diğer Akdeniz ülkelerinde kıyı alanlarının doğallığı ve sakinliği bozulduğu için bugün foklar sadece Türkiye ve Yunanistan’da görülmektedir. Ülkemizde de böyle alanlar ne yazık ki gitgide azalmaktadır.”
Öğleden sonra Yelkenli ada yakınlarındaki bir fok mağarasında yaşam belirtileri saptayan uzmanlar ile yetkililer, yaklaşık bir aylık foku Zodyak botla mağara yakınlarına götürdüler ve denize saldılar. Bir sağa bir sola yüzen yavru, bottakilere bir teşekkür bakışından sonra, mavi suların karanlıklarında kaybolup gitti.


Bu adaların ikisinde gümüşi martlar yaşar. Ama bu martılar, aynı soydan gelmelerine karşın, az sayıdaki akrabaları ile paylaşmak istemezler bu iki adayı ve kovarlar onları yanlarından.

Gümüşi martıların kovduğu kırmızı gagalı ada martıları az daha doğudaki Yelkenli adaya gidip yumurtlarlar. Mayıs 2005’te Aydıncık İlçe Tarım Müdürlüğü adadaki 90 yumurtayı korumak için adaya çıkışı kaymakamlık emriyle yasaklamıştı.

Soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan ve Akdeniz kıyılarında 60/70 çift olduğu tahmin edilen ada martılarının yaklaşık yarısı nisan sonlarında Aydıncık’a yumurtlamaya gelmektedir.


Caretta carettalar ise Büyükalan ve İncekum plajlarına yumurtalarını bırakır.

Limandaki çay bahçesinde, denize karşı oturun. Tavşankanı çayınızı yudumlarken, şansınız yaver giderse, sırtı mavi ve yeşil, karnı pas rengi bir kuşun birden denize dalacağını görürsünüz. Ortak merkezli dalgalar oluşacak, peş peşe. Çok geçmeden, belinden yakaladığı küçük bir balıkla çıkacak sudan. Anladınız değil mi yalıçapkını ya da iskelekuşudur, söz konusu olan.

Siz ördekleri seyrederken, bir de bakarsınız bir deniz kaplumbağası Caretta caretta başını çıkarıverir.

İyi seyirler…



1 Kasım 2010 Pazartesi

ESKİYÖRÜK KÖYÜ

Kekik kokulu Toroslar’da bir köy Eskiyörük, Aydıncık ilçesine bağlı. Arazisi, engebeli ve taşlık. Çevreye maki tipi bitki örtüsü hakim.


Mart başlarında, sümbül kokusu sarar köyü. Akdeniz ikliminin kurak koşullarına dayanabilen kermes meşesi (piynar) diplerinde dağ şakayıkları gülümser tanıyanlara. Nisandaysa yabanıl Osmanlı lalesi (tulipa) ile kızarır ortalık.


Bir zamanlar iki kuyusu varmış köyün. Bülke kapatılmış. Köyün orta yerindeki Eyfe kuyusunun etrafı biraz yükseltilmiş, ağzına da bir kapak yapılmış. “Cavırdan kalma” diyor kadınlar.


“200 haneli köyümüz, elde ettiğim bilgilere göre, 1772 yılında kurulmuş,” diyor 1928 doğumlu, köyde üç dönem muhtarlık yapmış Ali Ergüç. “Şu ileride bir kale var. Adına Üçbaş derler. Bu kalede Romalılar, Bizanslılar ve Rumlar oturmuş. Çakıroğlu, Tığıllar, Kara Cemil gibi üç aile gelip yurt tuttuktan sonra da Rumlar buradan gitmişler.”

Kara Cemil adı alıp götürür insanı tarihin derinliklerine. Bilinmez bu iki Kara Cemil arasındaki ilişki. Aynı kişi mi, akraba mı yoksa sadece bir isim benzerliği mi?

“1810’da ölen Purgulu Bey’i Kara Cemil Bey, Yukarı Öz Bey’i Memiş Bey, Büyükeceli Bey’i Gölgelioğlu beylikten vazgeçtiler. Gilindire’yi, Gülnar İlçesinin merkezi yaptılar. 1768-1774 Türk-Rus savaşlarına birlik olarak girildi,” diye yazmış Zeki Teoman.

 



İçerisinde 10-15 kadar kaya mezarının bulunduğunu duyduğum Üçbaş Kalesi’ne gitmek istedim. Oldukça dar ve taşlı yolda bir kilometre ancak ilerleyebildim. Dönecek genişçe bir yer ararken, yol bitti. Önümde bir çakıl yığını. Arabayı bırakıp düştüm yollara. Eski, taş duvarlı üstü topraklı evi geçip yüksekçe bir tepeye vardığım zaman, uzaktaki kalenin dış duvarları gözüküyordu. Aramızda ekilmiş bir tarla vardı, yürümeye cesaret edemedim ve geri döndüm.

Atışma ve şiirleriyle tanınan Ahmet Ali Babacan (1912- 1975)  bu köyden. Oğlu emekli öğretmen Mehmet Babacan  babasıyla ilgili olarak şunları anlatmıştır:


"ATIŞMA VE TANIŞMA

1950’li yıllarda, Gülnar’da PTT dağıtıcısı olarak çalışan Mehmet Doğan’la, Âşık Babacan arasında geçen ve onların tanışmalarına neden olan atışma, dillerde hâlâ dolaşır. Ancak özü kaybolmamakla birlikte bir hayli değişikliğe uğramıştır. Adı geçen kişilerden birçok kez dinlediğim o anı, ozanca söyleyişle hazırcevaplık becerisinin buluşturulmasından doğan mizahî hazzın tipik bir örneğiydi.

Mehmet Doğan, yakımcı bir kişiydi. Görevi gereği gezdiği köylere, ilginç bulduğu kişilere yazdığı taşlamalarla epeyce ünlenmişti. Hatta taşlamalarının bir hayli sert olduğu söylenirdi.
Cuma günleri, Gülnar’ın pazarıdır. Köyden, kasabadan yığınla katılım olur. Alışverişten tutun da dost ahbap görüşmelerine kadar tüm ilişkiler Cuma pazarının gündemindedir.

Öyle kalabalık bir günde, Eskiyörüklü Ahmet Ali Babacan, Postacı’ya uzaktan gösterilir ve bir de uyarı eklenir: “ Şu gördüğün köylü adam var ya, o şairdir. Sakın ona bulaşma, onun taşı ağırdır, altından kalkamazsın.”

O yüzden midir nedir, Postacı her köye bir şeyler söylediği halde, Eskiyörük’e hiç dokunmadı.

Ne var ki uzun bir süre geçtiği halde, bir türlü görüşmek de kısmet olmamış…

Olacak ya, bir kış günü Menekşe Deresi’nde karşılaşırlar. Menekşe Deresi’nde yol, yan yatırılmış U harfi gibidir. Tabanında Menekşe Köprüsü, yanında Kara İn, az ileride de Abdullah’ın değirmeni.

At üstünde ağır ağır ilerleyen Postacı’nın, karşı yolda köprüye doğru inmekte olan köylü adamı görür görmez “ Aa, ben bu adamı tanıyor muyum yoksa birine mi benzetiyorum,” soruları düşer aklına. Yaklaştıkça, kafa yorması daha da yoğunlaşır ve “O âşık köylü olmasın bu” demeye başlar. “Köprüye girmeden karşılayayım” diyerek atı hızlandırır da ne demeli? Kupkuru bir sözle “Hemşerim, sen kimsin” demek, bir şaire yakışır mı? Söyleyeceğini düşünürken bir yandan da “Eğer o adamsa, dünyadan habersiz, kendi halinde bir garibana benziyor, ateş olsa yerini yakamaz” diye geçirir içinden.

Hedeflediği yerde, Kara İn’in önünde karşılar ve atışını yapar Postacı:

“ Üşüdüm, buydum Menekşe’nin kışından,
Bir sigara ver de içeyim dışından.”

“Dışından” sözcüğü, yörede bedavadan, avantadan anlamına çok kullanılır.

“Âşık Babacan, Postacı’dan alışılmış köylü selamını bile beklemezken, duyduğu beyiti yanıtsız bırakacak değil ya! Hiç duraksamadan:

“Yağmurlar yağdı da dereler aktı,
Dışından sigara bizlerden kalktı” deyiverir.

Postacı, atından inerken, “ Tamam arkadaş, Sen osun. Şurada bir soluklanalım; sigaramızı hak ederek içelim de iyice bir tanışalım,” der ve hayvanları bağlayıp söyleşmeye başlarlar. Başlamasına başlarlar da akşamın olduğunu, atın kişnemesiyle, eşeğin de yükünü devirmesiyle fark ederler."

"Öksüz Ağaç"

Murt Çukuru Mahallesi'nin alt kısmında ‘Alanın Ayağı’ denilen mevkiide, küçük kozalaklı, üremeyen bir çam türü var. Türünün tek ağacı olan bu çama mahallede "Öksüz Ağaç" ya da "Topak Toru" denilmekte.  


FİDİK MAHALLESİ :


Fidik köyün terk edilen mahallelerinden biri . Küçücük yassı taşlardan yapılmış evler var orada.
Kim bilir kimler oturdu, ne hayaller kurdu buralarda!..


31 Ekim 2010 Pazar

DURUHAN KÖYÜ


Orta Asya’dan göçüp gelen Gülnarlılar yeni kurdukları köylerine, eski yurtlarının, büyüklerinin ya da aşiretlerinin (Beydili, Büyükeceli vb.) adını verirlerdi. Gülnar Hatun’un annesinin adı da Duru Han olduğuna göre bu köyün ismi bu yüzden Duruhan olabilir.

Tarihî Kelenderis limanını İç Anadolu’ya  bağlayan yol üzerinde kurulmuş olan köyde, söylenceye göre çok temiz bir han varmış. Yolcular burası için, temiz han anlamında, “ duru han” derlermiş. 

Kuzeyinde Gülnar İlçesi’ne bağlı Ardıçpınarı (Libas) ve Şeyhömer Köyleri; güneyinde Aydıncık İlçesi’ne bağlı Karaseki, doğusunda Yeniyörükkaş ve Teknecik; batısında ise Pembecik Köyleri vardır.

Duruhan, Aydıncık-Karaseki-Ardıçpınarı yolu üzerinde olup Aydıncık’a 17 km. uzaklıktadır. Ayrıca Aydıncık-Teknecik-Ardıçpınarı yolundan da gidilir.

Aydıncık-Teknecik-Ardıçpınarı yolu üzerinde ilerlerken 30’uncu kilometreden sola sapılarak Minare mevkiine varılır. Burada Roma çağına ait kaya mezarları bulunmakta. Girişleri tonozlu olup, içerisinde ölen kişinin cesetlerinin konması için yine aynı kayadan oyulmuş yataklar mevcut. Mezarın birinin üçgen kalınlığında kabartmalar bulunmaktadır. Ayrıca Osmanlı dönemine ait, kesme taştan yapılmış bir de çeşme var.

Duruhan, Aydıncık’ın eski köylerden biridir. Başlangıçta tek mahalle olmasına karşın, çevredeki sulak yerlerde yerleşimler olunca büyümüş ve köyün bugün beş mahallesi var.

Köyde 245 elektrik; faal 67 telefon abonesi var. Nüfusu 1990 nüfus sayımına göre 664; 1997’deki sayıma göre ise 520dir. Nüfusun azaldığı gözlenen köyde, son yıllarda (2007'de) 422 kişinin yaşadığı söylenmektedir.

Duruhan'a bir gezi:

Karaseki geride kalıyor. Yollar dar ve dönemeçli. Çam kokusu doluyor ciğerime. Aşağıda Pürencik Deresi. İnişe geçiyorum. İkinci vites.


Soldaki kayalarda pürenler boncuk boncuk pembe çiçek açmış. Mis gibi kokuyor. Birkaç dağ arısı vızıldıyor üstlerinde.
Karacaoğlan konuşmaya başlıyor:
“Arılar da konmaz oldu pürene
Şükür olsun bu sevdayı verene”
            Karşımda Duruhan köyü. Yamaçta kurulmuş. Ne yazık ki  köy hakkında ayrıntılı bilgilerden yoksunuz. Ama bilinen bir gerçek var: O da Duruhan’ın tarihî bir köy oluşu ve bir an önce tanıtılıp doğasıyla ve tarihî yapıtlarıyla  turizme kazandırılması gerçeğidir.



Duruhan’da anıt ağaçlarından tutun da kaya mezarlarına dek neler var neler! Her mevsim çeşit çeşit çiçek bulunur orada. Kasımda pürenler ve siklamenler; mart ortalarında dağ şakayıkları; nisan sonlarında erguvan ağaçları. Mayıs ortalarında ise bitkileriyle sarıya boyanmış gibidir, köy. Çobançırası ve borcaklar giyerler sapsarı elbiselerini.

Bucak Mahallesi’nde, yöre halkı tarafından “ikiz katran” olarak adlandırılan devasa, iki adet ağaç bulunmakta. Tarihin derinliklerinde köklenmiş, doğa ve insana karşın yüzyıllardır ayakta kalabilmiş iki ulu ağaç.

Ağaçların bilimsel adı, çok dallı servidir. Latincesi, “Cupressus sempervirens.” Bazı yazarlar, “cupressus” sözcüğünün  Cyprus yani Kıbrıs’tan geldiğini söyleyerek ağacın kökenini açıklamaya çalışırken, kimileri de Apollon’un servi ağacına dönüştürdüğü, sevgilisi, yakışıklı, uzun boylu delikanlı Cyparissus’tan kaynaklandığını ileri sürmekteler.


Süleyman Demirel Üniversitesi’nden R.Özçelik, Eylül 2004’te gelmiş buraya ve ölçüm yapmış. Bir de makale yazmış, Fen Bilimleri Enstitüsü Dergisi’nde (10–2, 2006- 197–201). Yazısında ağaçlardan birinin 585 yaşında, boyunun 33,5 m, çapının ise 127 cm; diğerinin yaşının 605, boyunun 32,5 m, çapının da 152 cm olduğu bilgisini verdikten sonra şöyle diyor R. Özçelik: “Yöre halkı tarafından ‘İkiz katran’ olarak isimlendirilen dallı servilerin ülkemizde kayıt altına alınan ağaçlar arasında en uzun boylu anıt servi ağaçları oldukları tahmin edilmektedir. Bugüne kadar özel bir koruma faaliyetine konu olmayan bu anıt ağaçların ileriki yıllarda kesilmesini önlemek için mutlaka koruma altına alınması gerekmektedir. Nitekim bu faaliyetler zamanında yapılmadığı için bu iki anıt servi ağacının hemen yanında bulunan ve muhtemelen anıt ağaç olduğu tahmin edilen diğer bir servi ağacı kesilmiş ve cami inşaatında kullanılmış. Kalan bu iki ağacın başına da aynı hazin sonucun gelmeyeceğini kim garanti edebilir?”

Yaşlı servilerin yelbirdeyip duran dalları dile geliyor: “Kimse gelip oturmaz oldu gölgemize. Ulu ağacın altına oturulmazmış; nerden çıktıysa bu laf! Yalnızca meraklılar geliyor bizi görmeye. Bakıyorlar, kabuklarımızı okşuyorlar. Başlarını göğe dikip bize, ‘Yukarıda havalar nasıl’ diyorlar. Kimileri de burgu ile gövdemizi deliyor, içimizden parçalar koparıp alıyor sonra bir kazık çakıyor açılan deliğe. Korkutuyorlar bizi.”

İki servinin arasında, az aşağıda dereye yakın yerde kesilen bir başkasının yere gömülü, kurumuş, kocaman kütüğü yas tutuyor. Yaklaşık 60 yıl öncesine kadar üç taneymiş bu ağaçlar. En düzgününü, en yaşlısını kesmişler caminin onarımında kullanılmak üzere. Görüştüğümüz bazı kişiler, “ Zor biçildi. Sadece tomruğu 20 metre vardı. İkiye taklatıldı; tahta yapıldı, mertek yapıldı. Üstü toprak olan caminin onarılmasında kullanıldı” dediler.

Olan olmuş. Geçmiş, geçmişte kalmıştır. Geçmiş ile uğraşmanın bir yararı yok. Önemli olan, kalanların korunması, gelecek kuşaklara bu iki dallı servinin zarar görmeden aktarılmasının sağlanması ve turizme kazandırılmasıdır.


Köyün Gökgedik mevkiinde yaşlı bir de çıtlık ağacı var, “Gavur çıtlığı” diye. Bu ismin nedenini sorduğumuzda, doyurucu bir yanıt alamadık. Yalnızca “Gavur zamanından kaldığı için olabilir” denildi. Bu arada melengiçlerinin diğerlerine oranla daha iri ve daha hoş olduğu  bilgisini edindik.

Ya, Minare mevkiindeki koca meşeye ne demeli! Yolun ortasında kalmış. “Ulu ağaç, kesilmez” demişler, iyi de etmişler. Sağından solundan geçiyor yol. Osmanlılardan kalma çeşmenin yanında, kaya mezarların bekçisi gibi dimdik ayakta duruyor. Daha bilmediğimiz çok şey olmalı Duruhan’da. Örneğin, kale, ören yerleri ve mağaralar gibi... 



29 Ekim 2010 Cuma

TEKNECİK KÖYÜ

Canlı kaynaklardan aldığımız bilgilere göre,Teknecik köyünün kurulduğu mekân ve çevresi, 1800’lü yılların başında Gilindire’nin (Aydıncık) zenginlerinden Panguduz'a aitmiş. O yıllarda Alanya taraflarından gelip Gülnar yöresine yerleşen Yörük beyleri bıkmış muhtarlık yapmaktan. Toplantı yapıp, çıra ve püse işiyle de uğraşan Yörük Ali’yi muhtar yapmak istemişler. Ali fakirliğini ileri sürerek kabul etmemiş. Ona yardım edip, ekonomik yönden güçlendirmişler sonra da muhtar seçmişler.
Hem varlıklı hem de muhtar olan Ali, Panguduz ağanın kızı Ebide ile evlenmiş. Panguduz da, Teknecik ve yöresindeki arazilerini damadı Ali’ye bağışlamış.
Ali ve Ebide’den olma Hacı Ali, Anamur aşiretleriyle yurt kavgasına tutuşmuş ve onları Bel Kuyu’dan çıkarmış. Aşiretlerden birinin lideri, Hacı Ali için, “Bu ağa çok azgın” demiş. Bu yüzden Hacı Ali Ağa’ya “azgın” lakabı takılmış.
Bugün Aydıncık nüfusuna kayıtlı soyadları “Azgın” ya da “Azgınoğlu” olanlar bu sülaleden gelmektedir.
Azgın Ağa Hacı Ali’nin oğlu Mehmet Ali Efendi (1859-1948) 1930’lu yıllarda muhtarmış ve Ağanın Bağı’nda oturuyormuş. Okul da oradaymış. Bir gün müfettiş gelmiş. Muhtar Azgınoğlu Mehmet Ai Efendi'nin evinde kalıyormuş. İçilen sarnıç suyunda kurt görmüş. Okulun kapatılması konusunda da bir rapor hazırlama niyetindeymiş. Pembecik’e teftişe giderken Teknecik’teki temiz sudan içen müfettiş, refakatçısına, “ Muhtara selam söyle, okulu buraya taşırsa,  okulun kapatılması için tutacağım rapordan vazgeçerim,” demiş.
Okulu oraya taşımak için, Ömer Ali Azgın ve diğer komşular Teknecik’e ev yapmaya başlamışlar (1938) .
Daha sonra Yeniyörük muhtarlık seçiminde, Ömer Ali kazanmasına rağmen diğer aday Ahmet Ali muhtar seçilmiş. Bunun üzerine 1954 yılında Yeniyörük’ten ayrılarak Teknecik Köyü’nü kurmuşlar. İlk muhtar da Ali Rıza Azgın olmuş. O da 60’lı yılların başında köye cami yapmış. Caminin yanındaki okul da Ali Rıza Azgın’ın muhtarlığı döneminde inşa edilmiş.
Rum yapı ustası Toma tarafından yapıldığı söylenen çeşmenin önünde, köydeki hayvanların sulanmasına olanak sağlayan, ağaçların oyulması suretiyle yapılmış ve uç uca eklenmiş tekneler bulunduğu için köye Teknecik adı verilmiş.
Teknecik, Aydıncık’a 25 km. uzaklıkta olup, nüfusu 1990 sayımına göre 59, 1997 sayımına göre 41, 2000 sayımına göre ise 61dir. Rakım 750 metre civarındadır.
Köylüler artık orada kalmayıp ilçe merkezine, ticaretle uğraşmak ya da seralarda çalışmak üzere iniyorlar. Ancak tarım ve hayvancılıkla geçinen 3-5 ev kışı Teknecik’te geçirmektedir.

KELENDERİS KALESİ



İskelenin güneyinde en üst kısmı denizden yaklaşık 25 m yüksekliğinde, batıdan doğuya doğru yaklaşık 200 m uzunluğunda bir yarımada var. Üzerinde deniz fenerinin de bulunduğu bu yarımadanın ucu, 1982 yılında uzatılarak, ana mendireği 140 m, tali mendireği 75 m, rıhtım boyu 70 m, derinliği ise 3 metre olan bir balıkçı barınağı oluşturulmuştur.

Bu yarımada üzerinde bir kale varmış bir zamanlar. Kelenderis kalesinin sur duvarlarının büyük bir kısmı yıkılarak gelmiş günümüze. 1500’lü yıllarda bile harabe halindedir bu kale.

Neler görmüş, nelere tanık olmuş bu kale!

Romalı iki vali Pison ile Sentius MS 19’da burada savaşmışlar. JOHN CARNE, “Suriye, Kutsal Topraklar, Küçük Asya” adlı kitabında şöyle yazar:

“Tiberius döneminde, çeşitli dümen ve dolapla Germanicus’un öldürülmesi olayına karışan Pison işte burada yakalanmıştı. Sentius Pison’u Kilikya'da, Celendris adında bir kaleye sığınmaya zorlamıştı. Savaş başladı; Sentius avantajlı duruma geçmişti ki Pison düşman gemilerindeki lejyonerlere, sura çıkarak, kendini gösterdi ve onlara hitap etti, onları kendi tarafına çekebilmek için elinden geleni yaptı ve dördüncü lejyonun bayraktarını kendi tarafına geçirmeyi başardı. Bunun üzerine, Sentius trompetleri çaldırttı ve askerler de saldırıya geçti. Pison, Celendris’te kalmasına izin verilirse, teslim olacağını bildirdi ama teklifi reddedildi. Kendisine İtalya’ya gidebilmesi için sadece birkaç gemi ile bir pasaport verildi.”

1226'da Selçuk Türkmenlerinden Ertokuş Bey ile Çavlı Bey Kelenderis Kalesi’ni Ermenilerden temizleyerek buraya doğudan gelen Türkleri yerleştirmiştir.

Pirî Reis (1521) haritasında Kelenderis koyundaki burnun üzerinde bir kale göstermektedir.
Cem Sultan Rodos Adası’na bu limandan gitmiştir.

Kaptan Beaufort’un (1818) çizdiği Kelenderis limanı haritasında yarımada üzerinde sekizgen planlı bir kule ile yıkık bir şato işaretlenmiştir.

İlçe merkezi, Anaypazarı’na taşınana dek kaymakamlık binası kale içerisindeydi. PTT binası da son yıllara kadar buradaydı.

27 Ekim 2010 Çarşamba

AĞANIN BAĞI

AĞANIN BAĞI

Pasırma yazı. Gökyüzü masmavi. Etrafımda meşeler. Yol, önümde kara bir yılan gibi akıp gidiyor. Teknecik görünmeye başladı. Köyün uzaktan bir fotoğrafını çekmek için durdum. Sağımda yaşlı bir meşe, yaprakları diğerlerinden biraz farklı. Yakından incelemek için duvarı tırmanıp, tarlaya girdim. Yabanıl siklamenler açmış, ağacın dibinde. Pembe elbiseli güzellerin aslını bırakıp süretini aldım. Ölümsüzleşti herbiri.


Az ilerideki dönemeçte, sağa çakıllı bir yol sapıyor. Bu, Duruhan’dan gelip, Ağanın Bağı’ndan geçen, Menekşe Deresi’ni atlayarak, Akça Yayla üzerinden  Gülnar’a giden tarihi yol. Bazen sağa bazen sola kıvrılan, arada sırada inip çıkan yolda birinci vites, Ağanın Bağı’na gidiyorum.


“Sürülerim, deniz kıyısından Ermenek sınırına varana kadar, başkasının tarlasından geçmesin” diyerek Gilindire Büyükalan, Köşk, Sele, Teknecik, Şeyhömer deresi ve Irmasan, Berket, Belenova, Bolyaran, Ayaş, Bardat ve Belkuyu kadar nerede tarla bulmuşsa, satın alan Azgınoğlu Mehmet Ali Efendi’nin mekânına doğru yol alıyorum. Yoldan 5 km sonra sağda yüksekçe bir kayalık, solda kayadan kesme bir harmanlık ve yaprakları sararmış yaşlı dut ve incirler, “Aradığın yer burası. Durdur arabayı” diyor.


Tarihin derinliğe doğru yolculuk asıl şimdi başlıyor. Azgınoğlu M. Ali Efendi’nin evi dut ağaçlarının arasındaymış ama yıkılmış. Evin önünde çok güzel bir bağ varmış. Bu nedenle bu bölgeye Ağanın Bağı denmiş.

Sağ taraftaki kayalık tepeye yürüyorum. Daha önce burada oturanlar kayaları kesmiş üzerini örtüp, ev yapmış. Azgınoğulları buraya sahip olduktan sonra, evlerini yapmaya başlamışlar bu eski yapıların yerine. M. Ali Azgın Ağa tepede bir cami yaptırmış. Caminin avlusunda üç mezar varmış. Avluya bitişik yerde de Azgın Ağa’nın çocuklarının okuduğu  bir okul.


Bir gün bir müfettiş gelmiş. Muhtar Mehmet Ali Efendi’nin evinde kalıyormuş. Orada sarnıç suyu içiliyormuş. Müfettiş suda kurt görmüş. Bunun üzerine okulun kapatılması için bir rapor düzenlemeye karar vermiş. Müfettiş, Pembecik Köyü’ne gitmek üzere refakatçısıyla yola çıkmış. Teknecik’e geldiklerinde, buradaki çeşmeden su içmiş ve yanındaki adama, “Dönünce, Muhtar’a selam söyle, okulu buraya taşırsa, okulun kapatılması için tutacağım rapordan vazgeçerim” demiş. Daha sonra okulu Teknecik’e taşımak için, oraya ev yapmaya başlamışlar.


Tepenin güneye bakan kısmında kesme evler varmış. Tabi yıkılmış. Doğudaki incir ağaçların arasında üç adet sarnıç daha gördüm.

Tepenin kuzey yamacında dibek şeklinde oyulmuş iki adet yuvarlak çukur ile 75x100 boyutlarında kayadan oyulmuş bir tekne gözüme çarptı. Teknenin alt köşelerinden birine de delik açılmış ve kaya kesilerek teknenin hemen aşağısında bir düzlük oluşturulmuş. Böyle bir düzenek, bende teknenin üzüm ezmek için, deliğin ise bu düzlüğe konan bir kaba şıranın akması amacıyla açılmış olabileceği izlenimini uyandırdı.


O kayaları nasıl kestiler, onlarca sarnıcı kayaların içine nasıl açtılar, kimdi bu insanlar, hangi çağda yapmışlardı? Bilgimiz yok elbette. Tarihin derinliklerine gömülüp gittiler. Keşke yazılı bir şeyler olsaydı da okuyabilseydik!

Ama burayı görmek ve o duyguları yaşamak da yetti. Ve açık havada tarihe yolculuk beni mutlu etti.