31 Ekim 2010 Pazar

DURUHAN KÖYÜ


Orta Asya’dan göçüp gelen Gülnarlılar yeni kurdukları köylerine, eski yurtlarının, büyüklerinin ya da aşiretlerinin (Beydili, Büyükeceli vb.) adını verirlerdi. Gülnar Hatun’un annesinin adı da Duru Han olduğuna göre bu köyün ismi bu yüzden Duruhan olabilir.

Tarihî Kelenderis limanını İç Anadolu’ya  bağlayan yol üzerinde kurulmuş olan köyde, söylenceye göre çok temiz bir han varmış. Yolcular burası için, temiz han anlamında, “ duru han” derlermiş. 

Kuzeyinde Gülnar İlçesi’ne bağlı Ardıçpınarı (Libas) ve Şeyhömer Köyleri; güneyinde Aydıncık İlçesi’ne bağlı Karaseki, doğusunda Yeniyörükkaş ve Teknecik; batısında ise Pembecik Köyleri vardır.

Duruhan, Aydıncık-Karaseki-Ardıçpınarı yolu üzerinde olup Aydıncık’a 17 km. uzaklıktadır. Ayrıca Aydıncık-Teknecik-Ardıçpınarı yolundan da gidilir.

Aydıncık-Teknecik-Ardıçpınarı yolu üzerinde ilerlerken 30’uncu kilometreden sola sapılarak Minare mevkiine varılır. Burada Roma çağına ait kaya mezarları bulunmakta. Girişleri tonozlu olup, içerisinde ölen kişinin cesetlerinin konması için yine aynı kayadan oyulmuş yataklar mevcut. Mezarın birinin üçgen kalınlığında kabartmalar bulunmaktadır. Ayrıca Osmanlı dönemine ait, kesme taştan yapılmış bir de çeşme var.

Duruhan, Aydıncık’ın eski köylerden biridir. Başlangıçta tek mahalle olmasına karşın, çevredeki sulak yerlerde yerleşimler olunca büyümüş ve köyün bugün beş mahallesi var.

Köyde 245 elektrik; faal 67 telefon abonesi var. Nüfusu 1990 nüfus sayımına göre 664; 1997’deki sayıma göre ise 520dir. Nüfusun azaldığı gözlenen köyde, son yıllarda (2007'de) 422 kişinin yaşadığı söylenmektedir.

Duruhan'a bir gezi:

Karaseki geride kalıyor. Yollar dar ve dönemeçli. Çam kokusu doluyor ciğerime. Aşağıda Pürencik Deresi. İnişe geçiyorum. İkinci vites.


Soldaki kayalarda pürenler boncuk boncuk pembe çiçek açmış. Mis gibi kokuyor. Birkaç dağ arısı vızıldıyor üstlerinde.
Karacaoğlan konuşmaya başlıyor:
“Arılar da konmaz oldu pürene
Şükür olsun bu sevdayı verene”
            Karşımda Duruhan köyü. Yamaçta kurulmuş. Ne yazık ki  köy hakkında ayrıntılı bilgilerden yoksunuz. Ama bilinen bir gerçek var: O da Duruhan’ın tarihî bir köy oluşu ve bir an önce tanıtılıp doğasıyla ve tarihî yapıtlarıyla  turizme kazandırılması gerçeğidir.



Duruhan’da anıt ağaçlarından tutun da kaya mezarlarına dek neler var neler! Her mevsim çeşit çeşit çiçek bulunur orada. Kasımda pürenler ve siklamenler; mart ortalarında dağ şakayıkları; nisan sonlarında erguvan ağaçları. Mayıs ortalarında ise bitkileriyle sarıya boyanmış gibidir, köy. Çobançırası ve borcaklar giyerler sapsarı elbiselerini.

Bucak Mahallesi’nde, yöre halkı tarafından “ikiz katran” olarak adlandırılan devasa, iki adet ağaç bulunmakta. Tarihin derinliklerinde köklenmiş, doğa ve insana karşın yüzyıllardır ayakta kalabilmiş iki ulu ağaç.

Ağaçların bilimsel adı, çok dallı servidir. Latincesi, “Cupressus sempervirens.” Bazı yazarlar, “cupressus” sözcüğünün  Cyprus yani Kıbrıs’tan geldiğini söyleyerek ağacın kökenini açıklamaya çalışırken, kimileri de Apollon’un servi ağacına dönüştürdüğü, sevgilisi, yakışıklı, uzun boylu delikanlı Cyparissus’tan kaynaklandığını ileri sürmekteler.


Süleyman Demirel Üniversitesi’nden R.Özçelik, Eylül 2004’te gelmiş buraya ve ölçüm yapmış. Bir de makale yazmış, Fen Bilimleri Enstitüsü Dergisi’nde (10–2, 2006- 197–201). Yazısında ağaçlardan birinin 585 yaşında, boyunun 33,5 m, çapının ise 127 cm; diğerinin yaşının 605, boyunun 32,5 m, çapının da 152 cm olduğu bilgisini verdikten sonra şöyle diyor R. Özçelik: “Yöre halkı tarafından ‘İkiz katran’ olarak isimlendirilen dallı servilerin ülkemizde kayıt altına alınan ağaçlar arasında en uzun boylu anıt servi ağaçları oldukları tahmin edilmektedir. Bugüne kadar özel bir koruma faaliyetine konu olmayan bu anıt ağaçların ileriki yıllarda kesilmesini önlemek için mutlaka koruma altına alınması gerekmektedir. Nitekim bu faaliyetler zamanında yapılmadığı için bu iki anıt servi ağacının hemen yanında bulunan ve muhtemelen anıt ağaç olduğu tahmin edilen diğer bir servi ağacı kesilmiş ve cami inşaatında kullanılmış. Kalan bu iki ağacın başına da aynı hazin sonucun gelmeyeceğini kim garanti edebilir?”

Yaşlı servilerin yelbirdeyip duran dalları dile geliyor: “Kimse gelip oturmaz oldu gölgemize. Ulu ağacın altına oturulmazmış; nerden çıktıysa bu laf! Yalnızca meraklılar geliyor bizi görmeye. Bakıyorlar, kabuklarımızı okşuyorlar. Başlarını göğe dikip bize, ‘Yukarıda havalar nasıl’ diyorlar. Kimileri de burgu ile gövdemizi deliyor, içimizden parçalar koparıp alıyor sonra bir kazık çakıyor açılan deliğe. Korkutuyorlar bizi.”

İki servinin arasında, az aşağıda dereye yakın yerde kesilen bir başkasının yere gömülü, kurumuş, kocaman kütüğü yas tutuyor. Yaklaşık 60 yıl öncesine kadar üç taneymiş bu ağaçlar. En düzgününü, en yaşlısını kesmişler caminin onarımında kullanılmak üzere. Görüştüğümüz bazı kişiler, “ Zor biçildi. Sadece tomruğu 20 metre vardı. İkiye taklatıldı; tahta yapıldı, mertek yapıldı. Üstü toprak olan caminin onarılmasında kullanıldı” dediler.

Olan olmuş. Geçmiş, geçmişte kalmıştır. Geçmiş ile uğraşmanın bir yararı yok. Önemli olan, kalanların korunması, gelecek kuşaklara bu iki dallı servinin zarar görmeden aktarılmasının sağlanması ve turizme kazandırılmasıdır.


Köyün Gökgedik mevkiinde yaşlı bir de çıtlık ağacı var, “Gavur çıtlığı” diye. Bu ismin nedenini sorduğumuzda, doyurucu bir yanıt alamadık. Yalnızca “Gavur zamanından kaldığı için olabilir” denildi. Bu arada melengiçlerinin diğerlerine oranla daha iri ve daha hoş olduğu  bilgisini edindik.

Ya, Minare mevkiindeki koca meşeye ne demeli! Yolun ortasında kalmış. “Ulu ağaç, kesilmez” demişler, iyi de etmişler. Sağından solundan geçiyor yol. Osmanlılardan kalma çeşmenin yanında, kaya mezarların bekçisi gibi dimdik ayakta duruyor. Daha bilmediğimiz çok şey olmalı Duruhan’da. Örneğin, kale, ören yerleri ve mağaralar gibi... 



29 Ekim 2010 Cuma

TEKNECİK KÖYÜ

Canlı kaynaklardan aldığımız bilgilere göre,Teknecik köyünün kurulduğu mekân ve çevresi, 1800’lü yılların başında Gilindire’nin (Aydıncık) zenginlerinden Panguduz'a aitmiş. O yıllarda Alanya taraflarından gelip Gülnar yöresine yerleşen Yörük beyleri bıkmış muhtarlık yapmaktan. Toplantı yapıp, çıra ve püse işiyle de uğraşan Yörük Ali’yi muhtar yapmak istemişler. Ali fakirliğini ileri sürerek kabul etmemiş. Ona yardım edip, ekonomik yönden güçlendirmişler sonra da muhtar seçmişler.
Hem varlıklı hem de muhtar olan Ali, Panguduz ağanın kızı Ebide ile evlenmiş. Panguduz da, Teknecik ve yöresindeki arazilerini damadı Ali’ye bağışlamış.
Ali ve Ebide’den olma Hacı Ali, Anamur aşiretleriyle yurt kavgasına tutuşmuş ve onları Bel Kuyu’dan çıkarmış. Aşiretlerden birinin lideri, Hacı Ali için, “Bu ağa çok azgın” demiş. Bu yüzden Hacı Ali Ağa’ya “azgın” lakabı takılmış.
Bugün Aydıncık nüfusuna kayıtlı soyadları “Azgın” ya da “Azgınoğlu” olanlar bu sülaleden gelmektedir.
Azgın Ağa Hacı Ali’nin oğlu Mehmet Ali Efendi (1859-1948) 1930’lu yıllarda muhtarmış ve Ağanın Bağı’nda oturuyormuş. Okul da oradaymış. Bir gün müfettiş gelmiş. Muhtar Azgınoğlu Mehmet Ai Efendi'nin evinde kalıyormuş. İçilen sarnıç suyunda kurt görmüş. Okulun kapatılması konusunda da bir rapor hazırlama niyetindeymiş. Pembecik’e teftişe giderken Teknecik’teki temiz sudan içen müfettiş, refakatçısına, “ Muhtara selam söyle, okulu buraya taşırsa,  okulun kapatılması için tutacağım rapordan vazgeçerim,” demiş.
Okulu oraya taşımak için, Ömer Ali Azgın ve diğer komşular Teknecik’e ev yapmaya başlamışlar (1938) .
Daha sonra Yeniyörük muhtarlık seçiminde, Ömer Ali kazanmasına rağmen diğer aday Ahmet Ali muhtar seçilmiş. Bunun üzerine 1954 yılında Yeniyörük’ten ayrılarak Teknecik Köyü’nü kurmuşlar. İlk muhtar da Ali Rıza Azgın olmuş. O da 60’lı yılların başında köye cami yapmış. Caminin yanındaki okul da Ali Rıza Azgın’ın muhtarlığı döneminde inşa edilmiş.
Rum yapı ustası Toma tarafından yapıldığı söylenen çeşmenin önünde, köydeki hayvanların sulanmasına olanak sağlayan, ağaçların oyulması suretiyle yapılmış ve uç uca eklenmiş tekneler bulunduğu için köye Teknecik adı verilmiş.
Teknecik, Aydıncık’a 25 km. uzaklıkta olup, nüfusu 1990 sayımına göre 59, 1997 sayımına göre 41, 2000 sayımına göre ise 61dir. Rakım 750 metre civarındadır.
Köylüler artık orada kalmayıp ilçe merkezine, ticaretle uğraşmak ya da seralarda çalışmak üzere iniyorlar. Ancak tarım ve hayvancılıkla geçinen 3-5 ev kışı Teknecik’te geçirmektedir.

KELENDERİS KALESİ



İskelenin güneyinde en üst kısmı denizden yaklaşık 25 m yüksekliğinde, batıdan doğuya doğru yaklaşık 200 m uzunluğunda bir yarımada var. Üzerinde deniz fenerinin de bulunduğu bu yarımadanın ucu, 1982 yılında uzatılarak, ana mendireği 140 m, tali mendireği 75 m, rıhtım boyu 70 m, derinliği ise 3 metre olan bir balıkçı barınağı oluşturulmuştur.

Bu yarımada üzerinde bir kale varmış bir zamanlar. Kelenderis kalesinin sur duvarlarının büyük bir kısmı yıkılarak gelmiş günümüze. 1500’lü yıllarda bile harabe halindedir bu kale.

Neler görmüş, nelere tanık olmuş bu kale!

Romalı iki vali Pison ile Sentius MS 19’da burada savaşmışlar. JOHN CARNE, “Suriye, Kutsal Topraklar, Küçük Asya” adlı kitabında şöyle yazar:

“Tiberius döneminde, çeşitli dümen ve dolapla Germanicus’un öldürülmesi olayına karışan Pison işte burada yakalanmıştı. Sentius Pison’u Kilikya'da, Celendris adında bir kaleye sığınmaya zorlamıştı. Savaş başladı; Sentius avantajlı duruma geçmişti ki Pison düşman gemilerindeki lejyonerlere, sura çıkarak, kendini gösterdi ve onlara hitap etti, onları kendi tarafına çekebilmek için elinden geleni yaptı ve dördüncü lejyonun bayraktarını kendi tarafına geçirmeyi başardı. Bunun üzerine, Sentius trompetleri çaldırttı ve askerler de saldırıya geçti. Pison, Celendris’te kalmasına izin verilirse, teslim olacağını bildirdi ama teklifi reddedildi. Kendisine İtalya’ya gidebilmesi için sadece birkaç gemi ile bir pasaport verildi.”

1226'da Selçuk Türkmenlerinden Ertokuş Bey ile Çavlı Bey Kelenderis Kalesi’ni Ermenilerden temizleyerek buraya doğudan gelen Türkleri yerleştirmiştir.

Pirî Reis (1521) haritasında Kelenderis koyundaki burnun üzerinde bir kale göstermektedir.
Cem Sultan Rodos Adası’na bu limandan gitmiştir.

Kaptan Beaufort’un (1818) çizdiği Kelenderis limanı haritasında yarımada üzerinde sekizgen planlı bir kule ile yıkık bir şato işaretlenmiştir.

İlçe merkezi, Anaypazarı’na taşınana dek kaymakamlık binası kale içerisindeydi. PTT binası da son yıllara kadar buradaydı.

27 Ekim 2010 Çarşamba

AĞANIN BAĞI

AĞANIN BAĞI

Pasırma yazı. Gökyüzü masmavi. Etrafımda meşeler. Yol, önümde kara bir yılan gibi akıp gidiyor. Teknecik görünmeye başladı. Köyün uzaktan bir fotoğrafını çekmek için durdum. Sağımda yaşlı bir meşe, yaprakları diğerlerinden biraz farklı. Yakından incelemek için duvarı tırmanıp, tarlaya girdim. Yabanıl siklamenler açmış, ağacın dibinde. Pembe elbiseli güzellerin aslını bırakıp süretini aldım. Ölümsüzleşti herbiri.


Az ilerideki dönemeçte, sağa çakıllı bir yol sapıyor. Bu, Duruhan’dan gelip, Ağanın Bağı’ndan geçen, Menekşe Deresi’ni atlayarak, Akça Yayla üzerinden  Gülnar’a giden tarihi yol. Bazen sağa bazen sola kıvrılan, arada sırada inip çıkan yolda birinci vites, Ağanın Bağı’na gidiyorum.


“Sürülerim, deniz kıyısından Ermenek sınırına varana kadar, başkasının tarlasından geçmesin” diyerek Gilindire Büyükalan, Köşk, Sele, Teknecik, Şeyhömer deresi ve Irmasan, Berket, Belenova, Bolyaran, Ayaş, Bardat ve Belkuyu kadar nerede tarla bulmuşsa, satın alan Azgınoğlu Mehmet Ali Efendi’nin mekânına doğru yol alıyorum. Yoldan 5 km sonra sağda yüksekçe bir kayalık, solda kayadan kesme bir harmanlık ve yaprakları sararmış yaşlı dut ve incirler, “Aradığın yer burası. Durdur arabayı” diyor.


Tarihin derinliğe doğru yolculuk asıl şimdi başlıyor. Azgınoğlu M. Ali Efendi’nin evi dut ağaçlarının arasındaymış ama yıkılmış. Evin önünde çok güzel bir bağ varmış. Bu nedenle bu bölgeye Ağanın Bağı denmiş.

Sağ taraftaki kayalık tepeye yürüyorum. Daha önce burada oturanlar kayaları kesmiş üzerini örtüp, ev yapmış. Azgınoğulları buraya sahip olduktan sonra, evlerini yapmaya başlamışlar bu eski yapıların yerine. M. Ali Azgın Ağa tepede bir cami yaptırmış. Caminin avlusunda üç mezar varmış. Avluya bitişik yerde de Azgın Ağa’nın çocuklarının okuduğu  bir okul.


Bir gün bir müfettiş gelmiş. Muhtar Mehmet Ali Efendi’nin evinde kalıyormuş. Orada sarnıç suyu içiliyormuş. Müfettiş suda kurt görmüş. Bunun üzerine okulun kapatılması için bir rapor düzenlemeye karar vermiş. Müfettiş, Pembecik Köyü’ne gitmek üzere refakatçısıyla yola çıkmış. Teknecik’e geldiklerinde, buradaki çeşmeden su içmiş ve yanındaki adama, “Dönünce, Muhtar’a selam söyle, okulu buraya taşırsa, okulun kapatılması için tutacağım rapordan vazgeçerim” demiş. Daha sonra okulu Teknecik’e taşımak için, oraya ev yapmaya başlamışlar.


Tepenin güneye bakan kısmında kesme evler varmış. Tabi yıkılmış. Doğudaki incir ağaçların arasında üç adet sarnıç daha gördüm.

Tepenin kuzey yamacında dibek şeklinde oyulmuş iki adet yuvarlak çukur ile 75x100 boyutlarında kayadan oyulmuş bir tekne gözüme çarptı. Teknenin alt köşelerinden birine de delik açılmış ve kaya kesilerek teknenin hemen aşağısında bir düzlük oluşturulmuş. Böyle bir düzenek, bende teknenin üzüm ezmek için, deliğin ise bu düzlüğe konan bir kaba şıranın akması amacıyla açılmış olabileceği izlenimini uyandırdı.


O kayaları nasıl kestiler, onlarca sarnıcı kayaların içine nasıl açtılar, kimdi bu insanlar, hangi çağda yapmışlardı? Bilgimiz yok elbette. Tarihin derinliklerine gömülüp gittiler. Keşke yazılı bir şeyler olsaydı da okuyabilseydik!

Ama burayı görmek ve o duyguları yaşamak da yetti. Ve açık havada tarihe yolculuk beni mutlu etti.  



26 Ekim 2010 Salı

DÖRTAYAK ANITMEZARI



DÖRTAYAK ANITMEZARI

Dörtayak, tarihin derinliklerinden güzümüze ulaşan sekiz metre yükseklikte, konik biçimde yükselen, üst kısmı kornişle süslü bir yapıt. MS 2. yüzyıl sonlarında yapıldığı sanılan bir anıtmezar. Dört adet fil ayağı olduğu için bu ad verilmiş. Mezar odası açılmadığından, gerçek bir mezar mı ya da ünlü birinin anısına yaptırılan boş bir mezar mı olduğu henüz bilinmiyor.

Bir aşk öyküsü de kurgulanmış bu anıtmezar üstüne. Söylenceye göre, yöre kralının güzelliği dillere destan bir kızı varmış. Aynı anda iki damat adayı çıkmış ortaya. Kızın babası eminmiş her ikisinin de kızını mutlu edeceğinden. Yokmuş birbirlerine de üstünlüğü. İşte bu yüzden seçim yapmakta zorlanmış. Çağırmış iki adayı. Birinden Köşk’ten kanal yaparak su getirmesini, diğerinden de Dörtayak’ı yapmasını istemiş. Kim erken bitirirse işini, o alacakmış güzel kızı.

İki namzet başlamış çalışmaya. Günler, aylar, yıllar geçmiş. Su getirmekle görevlendirilen aday, dereleri, tepeleri aşan kanal yapmış, diğeri son sırayı yapacağı zaman suyun şırıltısı duyulmuş Kelenderis’te. Dünya güzelini kaybettiğini anlayan aday, son sıranın ilk taşını koymuş koymasına ama bitirse neye yarayacak, atmış kendini aşağıya. Tartışmalıdır söylencenin sonu: Kimilerine göre suyu getiren genç girmiş dünya evine sevdiği kadınla. Kimileri de şöyle bitirir öyküyü: “Kız çeşmeyi yapana âşıkmış, kavuşamayınca da sevdiğine, atmış kendini denize.”

Böyle anlatıla gelir. Doğru mu yanlış mı orası bilinmez ama anıtın tepesinde tek taş yıllardır durmakta. Yapıtın dibinde de aynı taşlardan hâlâ var. Yerdeki taşlar belki de yukarıdan düşmüştür, kim bilir.

Bir hayırsever, o taşlardan birini oyup dibek yapmış. Bir zamanlar, çalgıcılar eşliğinde damat ve arkadaşları gelirdi buraya keşkeklik buğday dövmeye.

Dili olsa da konuşsa bu anıt! Bir anlatsa, kimin için, ne zaman yapıldığını. Bir dile getiriverse ayakta kalabilmek için insan ve doğaya karşı verdiği savaşımı. Neler görüp geçirmiştir, ne gülüşmelere ne ağıtlara tanık olmuştur, o dilsiz koca anıt.

O günün koşullarında, ne kadar zamanda, kaç kişiyle, hangi amaçla yapıldı acaba? Yarısı toprak altında bulunan bölümü, söylendiği gibi, gerçekten mezar odası mı bilinmez. İçi boş mu dolu mu o da belli değil. Ama Kaptan Beaufort'un “Chelindreh Limanı” haritasında Dörtayak, “kenotaf” yani ünlü bir kişinin ansısına yapılan boş mezar olarak gösterilmektedir.

25 Ekim 2010 Pazartesi

AYDINCIK'TAKİ MOZAİKLER

KELENDERİS MOZAİĞİ


Limana yakın, “Han Yıkığı” adı verilen yerde 1992 yılı kazıları sırasında, Kelenderis limanını, tersanesini ve çevresindeki yapıları tasvir eden bir zemin mozaiği bulundu.

12 m uzunluk ve 3,20 m genişliğindeki mozaiğin 3x3 metrelik panosunda MS 5. yüzyıldaki Kelenderis'in kent manzarası ile limanında bulunan iki yelkenli betimlenmiştir. Panoda ayrıca Roma hamamı, çeşitli antrepolar, limana bakan tarafında ise başka yapılar yer almaktadır.

2006’dan beri üzeri ahşapla kapatılmış olup, bekçi nezaretinde gezilebilmektedir.

AGORA BAZİLİKASI ZEMİN MOZAİĞİ


2002’den beri yürütülen Agora Bazilikası kazısı 2007 yılında tamamlandı. Kazı sırasında doğu batı uzunluğu 23 m. genişliği ise15.40 m. olan bir zemin mozaiği gün ışığına çıkarıldı.

Bazilikanın ana ve yan salonlarının zemini, çeşitli figür ve motiflerin yer aldığı mozaiklerle kaplıdır. Örneğin mozaik üzerinde  zebranın yularını tutan bir kadın, süt sağan bir çoban, avını parçalayan bir aslan vb. betimlenmiştir.

Ayrıca mozaikteki panoların içine keçi, geyik ve çeşitli kuşlar yerleştirilmiştir.



11 Ekim 2010 Pazartesi

YENİYÖRÜK KÖYÜ KALEBELENİ MAHALLESİ

Kalebeleni’ne Aydıncık-Gülnar yolunda ilerlerken,yaklaşık 17 km sonra karayolunu terk edip, Teknecik Köyü yönüne sapılarak gidilir. Birkaç kilometre sonra, solda 640 m. rakımlı  bir tepe üzerinde Yeniyörük Köyü Kalebeleni Mahallesi vardır. Ana yoldan 2 km uzaklıktaki mahalleye stabilize yol sayesinde ulaşılır.

Bu yöre tarih kokuyor. Kaç uygarlık gördü, bilgimiz yok. Hepsi de tarihin derinliklerinde kalmış.  Kilise kalıntısı olduğuna göre Hıristiyan uygarlıklar da yaşamış burada. Taş oyma, kesme işinde usta bir uygarlık ya da uygarlıkların yaşamış olduğu kesin. Kayaları delip, sarnıçlar yapmışlar.

Daha sonra Yörükler iskan ettirilmiş bu yöreye.  Alanya tarafında yaşayan konargöçer Karakeçili aşireti zamanla Gazipaşa tarafına gelmişler. Yazı  Gazipaşa ve Anamur yaylalarında geçirdikten sonra da sahile inerlermiş. Gazipaşa yaylalarında Gülnarcık diye de bir semtleri varmış. O yaylalarda bir bozuşma olmuş ve daha doğuya doğru göçmüşler. Kürücük, Bel Kuyu, Akça Oluk, Çıldır Kuyu, Ayaş, Bolyaran, Belenova, Ak Ova’ya gelmişler. Kışlamak üzere de sahil ya da sahile yakın  yerleri yurt tutmaya başlamışlar. İşte bu aşiretten Uzunoğulları, Kalebeleni yöresini seçmiş.


Tepede kale yıkıntıları ile çok geniş bir sarnıç bulunmaktadır. Sarnıcın içinde de iri kesme taşların üst üste konmasıyla yapılmış destek amaçlı bir de direk vardır. Tepenin güney yamacında, taştan kesme bir kilise apsidi sağlam durumda. Kimi ayakta kimi yatmış kesme sütünlar da bulunuyor orada.

Gerek kalede gerekse mahallede  evlerin kayadan kesilmiş subasmanlarını, şırahane ve hemen önünde küçük kuyuları da görmek mümkün. Şarap mı yapıyorlardı yoksa pekmez mi, varın siz karar verin.


Kaleye çıkarken, çakılların, taşların arasında bol miktarda baldıran yetişir. Şubat ortalarında kendini gösterir bu bitki. İlerleyen günlerdeyse bir sürgünü ortaya çıkar. Taze iken bu sürgün de  köke yakın kahverengi kısmı da yenir. Baharatlı, değişik bir tadı vardır. Zehirli olan baldıran değil bunlar. Latince’de “smyrnium perfoliatum” denileni.  


Kalebeleni yöresinde, mevsimine göre bol miktarda, taşların yüzünde ya da aralarında emzikotu, rengarenk dağ lalesi, piynar ya da meşe diplerinde siklamen (devetabanı) bulunur.